Sultan II.Abdülhamid Han’a karşı, içeriden ve dışarıdan bir kısım kesimler kin ve nefret dolu sözler sarfeder, bir kısım insanlar da, O’nun son zamanlarda gün ışığına çıkmaya başlayan ve Osmanlı’nın belki de en buhranlı dönemine damgasını vuran, 33 yıllık iktidarı boyunca (aksini iddia edenler ne derse desinler…) ortaya koyduğu muhteşem politika ve icraatlar nedeniyle kendisinden övgüyle bahsederler…
Bu yönüyle Sultan Hamid, Türk tarihinin en fazla tartışılan tarihi şahsiyet ve devlet adamlarımızdan birisidir. Sultan Hamid’e duyulan öfkeden bahsederken, kendi döneminde başlayan ve tahttan indirilmesi ile neticelenen bu “ Kızıl Sultancı “ anlayışın günümüze yansımaları ile ilgili, Mustafa Armağan Bey’in ilginç tespitine göz atalım beraber ;
“Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun üstünlüğünü muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.”
Önümüzdeki 10 Şubat’ta vefatının 90. yılında rahmetle anacağımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’te yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...
Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi. Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi. Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu.
Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini. Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABD’li alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.
İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Ortadoğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti. İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar peşmergelere eğitim yaptırıyor.
Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi ;
“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”
Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Ortadoğu’ya “huzur” gelmeyecek(!). Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır. Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, geçen yıl “Vakit” gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş.
Hatta bu Guantanamo mahkumu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz.” dediğini aktarıyordu.
II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir :
“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”
Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenler, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da...
İyi güzel, anlıyoruz İngiliz’in, Fransız’ın, Yahudi’nin, Ermeni’nin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlardı yoksa? Ortadoğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, “sessiz Çanakkale” diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale... Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...
Öncelikle güzel bir saptama yaptığı için Mustafa Bey’e teşekkür ediyorum. Ayrıca, kimin sevilmesi, kimin yerilmesi ve nefret edilmesi gerektiği ile ilgili yıllardır yanıltılan insanımıza, kendi devrinde ortaya koyduğu siyasetle Osmanlı’nın çöküşünü çeyrek asırdan fazla erteleyen Sultan Abdülhamid mi yoksa, tahttan indirildikten birkaç yıl sonra sırasıyla, Balkan Savaşı ve Sarıkamış Harekatı facialarını yaşatarak, Osmanlı’yı kısa sürede çöküşe götüren ve yüzüstü bırakarak kaçan İttihat Terakki üyeleri mi kızıldı acaba ? diye sormak istiyorum insaf sahiplerine ve insaftan yoksun olanlara…
Konuya güzel bir atasözüyle son vererek, yorumu değerli okurlarımıza bırakıyorum ; “ Meyve veren ağaç taşlanır … “
1 yorum:
eline ve diline sağlık bunu yazan eller ve kalemler asla zarar görmesin ......
Yorum Gönder