Son günlerde İsrail tarafından, insanlık dışı bir saldırıya maruz kalan Filistin'in tarihini merak edenler için kısa bir bilgi vermek istedik sayın okurlar...
İşte Filistin'in, Osmanlı Devleti'nden sonra, hep kan, hep gözyaşı ile dolu olan tarihi ve o tarihin tanıdık bir Osmanlı padişahıyla kesişen dönemi...
Filistin topraklarının en önemli cazibesi tarihteki rolü ve statüsünden ileri gelmektedir. Filistin'in vahye dayanan bütün dinlerde özel bir önemi ve yeri vardır. Bu da birçok peygamberin orada yaşamış veya hayatının bir bölümünü orada geçirmiş ve Yüce Allah'ın bu toprakları kutsal kıldığını bildirmiş olmasından ileri gelmektedir.
Kudüs'ün ve Filistin topraklarının İslâm açısından taşıdığı değer ve kutsiyet dolayısıyla Medine'de kurulan İslâm devletinin kuzeye doğru sınırlarının genişlemesiyle birlikte Müslümanlar Filistin topraklarına yöneldiler. Birinci Halife, Hz. Ebu Bekir, Filistin üzerine M. 633'te iki küçük birlik gönderdi. Bu birlikler önemli başarılar gösterdiler. Daha sonra 634'te Halid ibnu Velid komutasındaki İslâm ordusunun Remle yakınlarında Bizans ordusuna karşı kazandığı zaferle Kudüs dışındaki Filistin topraklarının önemli bir kısmı fethedildi.
Kudüs'ün fethi ise 638'de ikinci halife Hz. Ömer döneminde gerçekleşti. Hz. Ömer, Kudüs'ün anahtarlarını teslim aldığında oranın halkına, tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı bir eman vermiştir.
Bu fetihten sonra Kudüs ve çevresi 1099'a kadar sürekli Müslümanların hâkimiyetinde kaldı. O tarihte haçlı ordularının kırk gün süren şiddetli kuşatmaları sonunda bu kutsal belde onların eline geçti. Haçlılar Kudüs'ü işgal ettikten sonra bir hafta süreyle şehirde katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamda Müslümanlardan yetmiş bin kişi öldürüldü. Katliam sonucu meydana gelen kan gölünde haçlıların atlarının topuklarına kadar gömüldüğü bu katliama şahit olmuş kumandanların hatıralarında geçmektedir. Haçlı işgali seksen sekiz yıl sürdü. Bu işgale 1187 yılında Salahuddini Eyyubi son verdi.
Yavuz Sultan Selim'in 1516'da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin Osmanlı devletine bağlandı. 1918 İngiliz işgaline kadar da Osmanlı yönetiminde kaldı.
Yahudilerin belli bir toprak parçası üzerinde bir araya getirilmeleri ve bir devlete kavuşturulmaları amacıyla Avrupa’da 1897’de örgütlü Siyonizm hareketi ortaya çıktı. Bu hareket Yahudi halkının bir araya getirileceği toprak olarak da Filistin’i seçti.
Siyonist örgüt mensupları Filistin'den bir miktar toprak elde edebilmek için ilk önce Osmanlı Devleti nezdinde girişimlerde bulundular. Bu amaçla Osmanlıların bütün dış borçlarını ödemeyi taahhüt ettiler. Ancak zamanın Osmanlı padişahı Sultan II. Abdülhamit onların isteklerini reddederek Filistin’den bir karış toprak dahi veremeyeceğini bildirdi.
Osmanlı Devleti'nden bir şey koparamayan Siyonistler bu kez, İngilizlerle ve diğer Batı ülkeleriyle işbirliğine gitmeyi kararlaştırdılar. Osmanlı Devleti'ni yıkmak veya zayıflatmak için her fırsatı değerlendiren bu ülkeler Siyonistlerin kendilerine yanaşmalarını da iyi bir fırsat olarak görüp değerlendirdiler. Bu işbirliğinden sonra 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Sykes-Picot Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın Filistin'le ilgili maddesinde şöyle deniyordu: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakati alındıktan sonra Rusya ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun."
Bu olaydan bir yıl sonra yani 1917’de zamanın İngiliz dışişleri bakanı Arthur Belfur'dan adını alan ünlü Belfur Deklarasyonu yayınlandı. Bu deklarasyonda da şöyle deniyordu: "Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin'de bulunan Yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya Yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır."
Bu deklarasyonun yayınlanmasından kısa bir süre sonra 1918’de İngilizler Filistin topraklarını işgal ettiler. İngilizlerin bu işgali gerçekleştirmeleri zamanın Mekke şerifi ve bugünkü Ürdün krallığının kurucusu Şerif Hüseyin'in yardımıyla oldu.
1922’de Milletler Cemiyeti’nin kararıyla Filistin, İngiltere’nin himayesine verildi.
Filistin’de İngiliz işgal yönetimine ve Yahudi göçüne karşı zaman zaman ayaklanmalar oldu. 27 Şubat 1920’de Filistin halkından 40 bin kişilik bir topluluk Mescidi Aksa'da gösteri düzenledi. 8 Mart 1920’de ilk silahlı çatışma oldu. Bu çatışmada yedi Yahudi öldürüldü. Kudüs'te de Filistinlilerle Yahudiler arasında çatışmalar oldu. Bu tür olaylar sonraki tarihlerde de devam etti. Filistinliler İngiliz işgaline ve Yahudi göçüne karşı sistemli bir mücadele için çeşitli örgütler de kurdular.
Önceleri çok yavaş seyreden Yahudi göçü Avrupa’da Nazi fırtınasının esmesinden sonra hızlandı. Bu yüzden 1933’e kadar Filistin’e toplanan Yahudi sayısının 180 bin civarında olmasına rağmen Nazi katliamlarından sonra hızlanan göçle 1945’te sekiz yüz bine çıktı.
Filistin topraklarında yeterli Yahudi nüfus potansiyelinin oluştuğunu gören Siyonist örgütler 1947’de “İsrail” adında bir devletin kuruluşunu ilan ettiler. BM bu devleti vakit geçirmeden tanıdı ve 181 sayılı taksim kararını çıkardı. O tarihte Filistinlilerin nüfus oranlarının fazla, Yahudilerin de yüzde sekseninin topraksız göçmen olmasına rağmen BM taksim kararında Filistin’in çoğunu ve verimli kısımlarını “İsrail”e verdi.
İsrail’in kuruluşunun hemen ardından 1948’de ilk Arap- İsrail Savaşı olarak nitelendirilen savaş çıktı. Ne yazık ki bu savaşta komşu Arap ülkelerinin olaylara müdahalesi Filistinliler açısından hiçbir yarar getirmemiş, aksine birtakım siyasi oyunlarla İsrail işgalinin genişlemesine sebep olmuştur.
İsrail’in ikinci genişleme hareketi 1967 Savaşı’nda gerçekleşti. Bu savaşta o zamana kadar Ürdün kontrolünde olan Batı Yaka ve Doğu Kudüs ile Mısır’ın kontrolünde olan Gazze bölgesi İsrail işgaline geçti. Ayrıca Mısır’a ait Sina yarımadası ile Suriye’ye ait Golan tepeleri de İsrail işgaline geçti. Bir başka savaş da 1973’te gerçekleşti. Ancak bu savaşta herhangi bir işgal olmadığı gibi daha önce işgal edilmiş bölgelerden de geri alınan bir yer olmadı.
İsrail işgaline karşı Filistin’de örgütsel mücadele de verilmiştir. Bu amaçla muhtelif örgütler ortaya çıktı. Bunların başında geleni de Yasir Arafat’ın liderliğindeki Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (el-Fetih) idi.
28 Mayıs 1964’te bu örgütlerin tek bir çatı altında toplanması için Kudüs’te Filistin Milli Konferansı toplandı. Bu toplantıda Filistin Kurtuluş Teşkilatı’nın kuruluşu ilan edildi ve başkanlığına da Prof. Ahmed eş-Şukeyri getirildi. Onun Haziran 1968’de istifa etmesinden sonra Yahya Hammude başkanlığa seçildi. Ancak o bir aracı konumundaydı ve 3 Şubat 1969’da Kahire’de toplanan Filistin Ulusal Kongresi’nde Yasir Arafat’ın başkanlığa seçilmesi için çalıştı. Sonuçta o zamanki Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır ve Yahya Hammude’nin gayretleriyle Yasir Arafat bu örgünün başkanlığına seçildi.
FKÖ çatısı altında toplanan örgütlerin mücadeleleri genellikle Filistin’in dışından olmuştur. Bu mücadelede önce Ürdün merkez alındı. Ancak Kara Eylül Hareketi olarak tarihe geçen ve Ürdün askeri birlikleriyle Filistinli gerillalar arasında gerçekleşen çatışmalardan sonra söz konusu örgütler Lübnan’a taşınmak zorunda bırakıldı. 1982’de Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilmesinden sonra da bu örgütler Tunus’a taşındı.
FKÖ’nün Tunus’a taşınmaya zorlanması sonucunda Filistinli örgütlerin mücadelesinden kurtulduğunu düşünen İsrail, 1987’de bizzat Filistin’in içinde baş gösteren intifada hareketiyle karşı karşıya geldi. Bu hareket çok kısa zamanda Filistin’in her tarafına yayıldı. Ayrıca bu harekette HAMAS (Filistin İslâmi Direniş Hareketi) öne çıktı.
İntifadanın kısa süre içinde bütün Filistin’e yayılması İsrail’in bayağı zorlanmasına sebep oldu. Ayrıca bu harekette HAMAS’ın sesinin ve bayrağının yükselmesi FKÖ’nün biraz arka plana itilmesine sebep oldu. Bu durum karşısında İsrail kendisini zorlayan şartlardan kurtulmak, FKÖ de yeniden öne çıkıp diplomatik alanda Filistin halkını temsil konumunda görünmek için masaya oturmayı kendi açılarından faydalı buldular.
Bunun neticesinde 1991’de Madrid süreci veya “Ortadoğu barışı” adı verilen bir süreç başlatıldı. Yapılan görüşmeler neticesinde 1993’te FKÖ tarafından desteklenen bir grupla İsrail arasında Oslo İlkeler Anlaşması adı verilen bir temel anlaşma imzalandı. 1994’te Kahire Anlaşması veya Gazze-Eriha Anlaşması adı verilen ilk uygulama anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya bağlı olarak Gazze ile Batı Yaka’nın Eriha kasabasında bir özerk yönetim oluşturuldu. Sonradan imzalanan anlaşmalarla Batı Yaka’da özerk yönetimin kontrolüne verilen şehir merkezlerinin sayısı sekize çıkarıldı. Ancak bu anlaşmalar Filistin meselesinin gerçek bir çözüme kavuşturulmasını sağlayamadı.
28 Eylül 2000’de, o zaman muhalefette olan Likud Partisi’nin lideri Ariel Şaron’un Mescidi Aksa’ya girmeye kalkışması Filistin halkının geniş çaplı bir tepkisine yol açtı. İşte bu olaydan sonra da Aksa İntifadası adı verilen yeni bir halk hareketi başladı. Bu hareketle başlayan olaylar henüz durulmuş değildir. Bu olayların durulması için başta Yol Haritası planı olmak üzere muhtelif anlaşma planları gündeme getirildi. Ancak uygulamaya konması konusunda herhangi bir başarı elde edilmiş değildir.
2006 yılında özerk yönetim bölgesinde gerçekleştirilen genel seçimlerde Filistin halkının büyük çoğunluğu Hamas adaylarını destekledi. Bunun üzerine özerk yönetim hükümetini oluşturma görevi bu harekete verildi. Fakat İsrail ve ABD bu duruma tepki göstererek Filistin halkına uluslar arası ekonomik ambargo uygulanmasını istediler. ABD’nin baskılarıyla uygulanan bu ambargo hâlen devam etmekte ve Filistin halkının ekonomik yönden ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır.
Filistin topraklarında bir asra yakın zamandır devam eden büyük bir dram yaşanıyor. Bu dramdan birinci derecede ve en ağır şekilde etkilenenler tabii ki Filistinlilerdir. Bunca zamandır, tüm ümmetin birlikte sahip çıkması gereken topraklardaki Müslüman varlığının sürmesi, Müslümanların oralardaki haklarının korunması için her türlü fedakârlığa katlanan bu insanlar çeşitli iftiralara da maruz kaldılar.
Bu iftiraların başında ise o insanların topraklarını kendi elleriyle sattıkları ve maruz kaldıkları belaların başlarına bu yüzden geldiği iddiası yer almaktadır. Oysa bu iddiayı kullanarak o insanların mağduriyetlerine sessiz kalınmasını teşvik edenler çok ciddi bir hatanın yanı sıra büyük bir çelişkiye düştüklerinin farkında değillerdi. Çünkü söz konusu iddialarda aynı zamanda topraklarını satanların buralardan elde ettikleri gelirlerle başka ülkelerde mülkler edindiklerini veya zevk ü safa sürdüklerini ileri sürüyorlardı. Eğer öyle olsaydı o insanların veya onların nesillerinin bugün Filistin’de varlık mücadelesi veriyor olmamaları, mülk edindikleri yerlerde keyiflerine göre hayat sürüyor olmaları gerekirdi.
Bugün Filistin topraklarında çeşitli mağduriyetlere uğramalarına rağmen o toprakların tarihi kimliğini ve üzerinde yaşayan halkın haklarını savunan insanlar işte bu yüzden büyük fedakârlıklara, zorluklara, sıkıntılara katlanmaktadırlar. Dünya Müslümanlarının da onların ellerinden tutmaları, kendilerine destek olmaları, onlarla dayanışma içinde olmaları gerekir. Artık tarihi yanılgıları ve insanlarımızı bu yanılgılara yönelten zihniyetin niyetlerini iyi tanıyarak hatadan dönmeli ve İslam coğrafyasının kalbi, peygamberler diyarı, Müslümanların ilk kıblesini ve harem mescitlerin üçüncüsünü bağrında barındıran, İsra ve Mirac mekânı Filistin’deki kardeşlerimizin dik duruşlarına arka çıkabilmeli, onlara yalnız olmadıklarını hissettirebilmeliyiz. Çünkü dik durabilmenin şartı dayanışmadır.
Söz konusu yanılgının düzeltilmesi için burada Yahudilerin Filistin’de nasıl toprak sahibi oldukları hakkında bilgi vermekte yarar görüyoruz:
İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin amacı dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki Yahudileri buraya toplamak olduğundan onların göçlerini kolaylaştırdılar. Onların buralara bağlı olmalarını sağlayabilmek için de kendilerini buralardan mülk sahibi yapmaya çalıştılar. Bununla birlikte İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin başlangıç döneminde Yahudiler buralara göç etmeleri için yapılan teşviklere çok fazla rağbet etmemişlerdir.
İkinci olarak bu dönemde Yahudi göçmenlerin sahip oldukları toprak miktarı iddia edildiği kadar fazla değildir.
Üçüncü olarak da Yahudiler elde ettikleri toprakların çok az bir kısmını ilk sahiplerinden satın almışlardır.
Yahudilerin toprak sahibi olmalarına birinci derecede İngiliz işgalciler sebep olmuşlardır ki onların da bu konuda başvurdukları en yaygın metot ağır vergi uygulamasıydı. İngiliz işgalciler Filistinlilerin mülklerine oldukça ağır vergiler koyuyor, bu vergileri ödeyemeyenlerin de mülklerine el koyuyor, sonra buraları ya Yahudilere bağışlıyor ya da sembolik fiyatlarla satıyorlardı. Fakat ne yazık ki göçmen Yahudiler buraları bizzat Filistinlilerden satın aldıklarını ileri sürerek dünya kamuoyunu özellikle de Müslüman kamuoyunu yanıltmış, Müslüman kamuoyu da bu tarihi yalana inanarak Filistin halkını suçlu çıkarma kolaycılığına sapmıştır.
Yahudilerin toprak sahibi olmalarına ikinci derecede yardımcı olanlar da Filistin vatanına ve halkına haksızlık eden emlakçilerdir. O zamanki göç işini organize eden örgütler kendilerine aracılık etmeleri için ihanet içindeki emlakçilerle işbirliği yapıyor, onlar da satılık arazilere hemen talip oluyorlardı. Arazi sahipleri çoğu zaman herhangi bir Yahudiye satılmaması şartıyla verdikleri halde bazen bu anlaşmayı bozarak bazen ikinci bir aracı devreye sokup önce ona naylon satış yapmak sonra da asıl talip olan Yahudiye satmak suretiyle işi yürütüyorlardı. Bu şekilde Yahudilerin mülk sahibi olmalarına sebep olan emlakçilerden bazıları Filistinliler tarafından cezalandırılmış, bazıları da Filistin topraklarından kaçmak zorunda kalmışlardır.
Gerek İngiliz işgalcilerin ve gerekse onlarla işbirliği yapanların bütün çabalarına rağmen, 1948’de İsrail kurulduğunda Yahudi göçmenlerin sahip oldukları arazi iki milyon dönümdü. Yani tüm Filistin’in % 7’sine tekabül ediyordu. Bunun 650 bin dönümünü yani üçte birini Osmanlı devleti döneminde mülk edinmişlerdir. O dönemde mülk edinmeleri ise ta Kanuni zamanında başlamıştır.
Osmanlı devletinde ilk Yahudi lobisini oluşturan Yusuf Nassi'nin Kanuni'yle iyi ilişkilerinden dolayı Kanuni ona Taberiye gölü civarında bazı arazileri bağışlamıştı. İşte bu olayla başlayan mülk edinme çabalarıyla 1918'de Filistin'in işgaline kadar geçen süre içinde toplam 650 bin dönüm arazi edinmişlerdir. Bu arazinin önemli bir kısmının Yahudiler tarafından mülk edinilmesinde de İttihat ve Terakki yönetiminin sağladığı kolaylıkların ve bazı arazilerin o dönemde Yahudilere devlet eliyle bağışlanmasının önemli rolü vardır.
300 bin dönümünü İngiliz işgal yönetimi onlara bağışlamıştır. 200 bin dönümünü yine bu yönetim, Yahudilere göstermelik bir şekilde parayla satmıştır. Gerek bağışlanan ve gerekse satılan arazilere de zikrettiğimiz vergi oyunuyla el konulmuştu ve satış işlemi de sembolik paralarla gerçekleşti.
600 bin dönümünü de kendileri Filistin dışından olan, Lübnan ve Suriye'de ikamet edip Filistin'de mülk edinmiş bazı Arap kökenlilerden satın almışlardır.
Buraya kadarki kısımda Filistinlilerin herhangi bir müdahalesinin olmadığını görüyoruz. Yani Yahudilerin 1948'e kadar edindikleri arazilerin 8'de 7'sinde Filistinlilerin müdahalesi söz konusu değildir.
250 bin dönüm araziyi de Filistinlilerden satın almışlardır. Yani Filistinlilerden satın aldıkları toplam arazi miktarı Yahudilerin 1948’e kadar tedarik ettikleri tüm arazi miktarının sekizde birine, tüm Filistin topraklarının ise % 0,9'una (binde 9'una) tekabül ediyordu. Bu satış işleminde de yukarıda sözünü ettiğimiz emlakçilerin önemli rolü olmuştur. Arazilerini satanlar da halktan çok şiddetli tepkilerle karşı karşıya kaldıklarından Filistin'i terk etmek zorunda kalmışlardı.
Şimdi satılan arazilerin tüm topraklara oranıyla onları satanların genel nüfusa oranlarını denk kabul ederek düşünelim: Bir halk hakkında hüküm verirken % 0,9'un tavrına göre mi yoksa % 99,1'in tavrına göre mi hüküm verilir?
Filistin halkının en az % 99'u göçmen Yahudilere arazi satmama konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır.
Bu kararlılığa bağlı kalmayanları da içlerinde barındırmamışlardır. Her halkın içinde mutlaka o halkın genel tavrına muhalefet edenler, kararlılığa uymayanlar çıkar.
Eğer Yahudi göçmenlerin, Yahudi göçünü teşvik eden örgütlerin bütün teşviklerine, cazibeli fiyat tekliflerine rağmen 30 yıl içinde satılan toplam arazi miktarı binde dokuzda kalmışsa bu, Filistin halkının bu konudaki dayanışmasını, kararlılığını ve üstün mücadele azmini gösterir. Ama ne yazık ki Filistin halkı bütün bu kararlılığına rağmen iftiraya uğramıştır. Bu, tıpkı iffetini koruma konusunda oldukça dikkatli bir insana fuhuş iftirasında bulunulması gibidir.
İsrail’in 1948'den sonra Filistinlilerden gayrimenkul edinme işi ise tamamen işgal, gasp ve göçe zorlama yoluyla olmuştur.
Ayrıntılı bilgi için bakınız...
İşte şu anda hergün birçok kadın, çocuk ve masum insanının, hunharca öldürüldüğü Filistin halkının tarihi... Tarih tekerrürden ibaret derler ama, Filistin'in tarihi tekerrür kavramıyla anlatılmayacak kadar çok tekerrür eden katliam ve gözyaşlarıyla dolu...
Daha ne kadar tekrar edecek ve sonu nereye varacak bilemiyoruz...
0 yorum:
Yorum Gönder